“Manevi şahsiyetler üzerine kitap yazmak özen gerektirir”

Melahat Ürkmez, “Manevi şahsiyetler hakkında kitap yazmak hassasiyet, özel bir özen, dikkat, ihtimam gerektiriyor. Burada asıl olan gerçektir ve gerçeğe bir gölgenin, bir karartmanın ve bir saptırmacanın düşmemesi gerekir” dedi

“Manevi şahsiyetler üzerine kitap yazmak özen gerektirir”
Yayınlanma:

Milletlerarası Tarihi Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni Tarihi Roman Ödülünü alan Değerli Araştırmacı Yazar Melahat Ürkmez ile yazarlık serüveni ve romanlarıyla ilgili keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

 

 Melâhat Ürkmez sizi tanıyabilir miyiz?

 

Öncelikle bu röportajınızdan dolayı size ve Anadolu’da Bugün gazetesine teşekkür ediyorum.

1959 yılında Konya’nın Hadim kazasında doğdum. Memur bir ailenin üç çocuğundan ikincisiyim. Eski adı Selçuk Üniversitesi şimdiki adı Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nden ve Halkla İlişkiler Fakültesinden mezun oldum. Öğretmenlik ve gazetecilik mesleğimden önce üç yıla yakın Türkiye Halk Bankası’nda memur olarak çalıştım. Üç çocuk annesiyim.

 

Yakın bir tarihte uluslararası büyük bir ödül aldınız. Bu ödül hakkında bilgi verir misiniz?

TYB Genel Merkez tarafından III. Milletlerarası Tarihi Roman Büyük Ödülü’ne lâyık görüldüm, kendilerine teşekkür ederim.

 

Yazarlık hayatınız nasıl başladı? Kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz?

 

Yazarlık hayatım ilginç bir teklif üzerine başladı. Yirmi yaşlarındayken tanıştığım ve o yıllarda Budist olan bir Japon arkadaşım zaman zaman Türkiye’ye gelir. Yine bir yaz tatilinde Türkiye’ye gelmişti. Kardeşten ileri bir dostluğumuz olan bu arkadaşımla sohbet ederken bana bir teklifte bulundu. “Melâhat’cığım, Japonya’da çok fazla ateist var. Biyografi tarzında bir roman yazarsan, ben de Japoncaya çeviririm. Böylece insanlığa bir hizmetimiz olur. Bir kişi bile etkilenip, inanca yönelse bizim için yeter” dedi. Bir an düşündüm ve kendisine, “Okulu ve elimden kalemi bıraktığım zamandan bu yana yirmi üç yıl geçti. Yapabilir miyim, bilemiyorum” dedim. “Ben senin yapabileceğine inanıyorum” dedi. Bu konuşma beni düşündürürken yazmaya yönlendirdi. O yıllarda zaten bir uğraş arayışı içindeydim. Çocuklarım büyümüş, kendime ayırabileceğim zaman artmıştı.“Artık kendim için bir şeyler yapmalıyım ama zevk aldığım bir uğraş olmalı” diye düşünüyordum. En sevdiğim ve zevk aldığım alan ise edebiyattı. Böylece, “Sözcüklerin Nefesinde/Ateizmden Allah’a” adlı ilk romanımı yazmaya başladım. Bu romanıma hayat hikâyem de diyebilirim. Yüzde doksan beşi hayat hikâyem, yüzde beşi zihinsel imgelerden oluşan bir roman. Romanımı yazarken sürekli bir ikilem yaşıyordum. “Acaba oluyor mu?” diye. Zira uzunca bir süre yazmaya ara vermiştim. Ve kalemimi denemek için “Buzkaşi” adlı bir hikâye yazarak Türk Edebiyatı vakfı ve Kültür Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması”na gönderdim. Bu yarışma Türkiye’nin en prestijli yarışmalarından birisiydi. Hikâyem dört yüze yakın hikâye arasında ilk ona girmiş ve ödül almıştı. Aldığım ödül, yazarlık konusunda kendime güvenimi sağladı. Romanımı bitirdim, İstanbul’da Beyan Yayınevi’nin açtığı roman yarışmasına gönderdim. O da “Okunabilir En İyi Roman” seçildi.  

Japonyaca’ya çevrilen eserinizden söz eder misiniz?

İkinci romanım, “Gönül Bahçesinde Mevlâna” T.C. Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından 2004 yılında ve takip eden yıllarda tekrar tekrar yayımlandı. TYB tarafından bastığı kitaplardan dolayı “Özel Ödül” verdiği altı kitap arasında yer aldı.

Daha sonra Nesil Yayınevi tarafından da yayınlandı. Bu romanım, Japonca’ya çevrildi. Japonca çeviri Hollanda UETD tarafından basılıp yayınlandı. Bu kitabımdan dolayı Japon büyükelçisi teşekkür mektubu gönderdi. Japoncaya çevrilen, Mevlana konulu ilk romandır.

Üçüncü kitabım, “Mevlâna’da Aşk Sırrı ve Nihai Bütünleşme” bir araştırma-incelemedir. Aşkın zor sırrını araştırmaya ve yazmaya çalıştım. Zira sonraki romanlarımda aşka çokça yer vermeyi düşündüğüm için iyi bir araştırma gerekiyordu.

Dördüncü kitabım, “Şems-i Tebrizî” isimli kitabım da, araştırma- incelemedir. 2007 yılı sonunda Konya Valiliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayımlandı. Alanında ilk olarak pek çok romancıya ve akademisyene kaynaklık etti.Beşinci kitabım, “Diyâr-ı Aşk / İlahî Ulak Şems-i Tebrizî” adlı romanım da, Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelmiş olduğu 1244 yılından, kaybolmuş ya da Hakk’a yürümüş olduğu 1247 yılına kadar geçen zaman dilimini anlattım, kurguladım. Tabii ki sahih gerçeklerden sapmadan. Altıncı kitabımda yayınlanmış hikâyelimi topladım, “Ödlek Musa” adını taşıyor. Yedinci kitabım, “Aşkın Kâtibi / Çelebi Hüsâmeddin” adlı romanım, Mesnevî’nin yazılma sürecini ve Çelebi Hüsameddin’i anlatır. Bu kitabım da alanında yazılmış ilk romandır.

 

 Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?

 

Yarım asrı devirmiş bir insanım. Ömür ne kadardır bilinmez. Rabbim ömür, sağlık verir ve kısmet ederse hedeflerim devam edecek. Aslında her hedefe ulaştığım zaman yeni hedeflerin kendiliğinden oluştuğunu görüyorum. Şimdilik iki farklı konuda roman yazmayı düşünüyorum.

Yazarlık, gazetecilik, televizyon program yapım ve sunuculuğu, fiilen iş hayatı, bütün bunların yanında annelik zor olmuyor mu?

 

Çocuklarım büyüdüler, en küçüğü yirmi bir yaşında. Kendi işlerini kendileri yapabiliyor. Ben de artık kendi uğraşlarımlayım. Fiilen sürdürdüğüm çalışmaların hepsini severek yaptığım için yorucu olsa da zor olmuyor. Gönül yorgunluğu olmazsa diğer yorgunluklar geçici olur. Allah sağlık ve huzur versin hepimize ve çalışalım, üretelim, insanlık için elimizden geleni yapmaya çalışalım.

Hangi ortamlarda ve zamanlarda daha rahat yazarsınız?

Özellikle başladığım bir roman bir mıknatıs gibi beni çeker. Bütün diğer işlerimin yoğunluğuna rağmen zihnim sürekli o romanla meşgul olur, adeta onun peşinden sürüklenirim. Sanki başladığım roman benim kontrolümden çıkar; ben romanın kontrolüne girerim. Yazmak için yeteri kadar uygun ortam ve zaman bulma şansım olmamasına rağmen motivasyonumu pek kaybetmem, zihnimin bir yanı sürekli o romanla hemderttir/hemhaldir zaten. Dolayısıyla yazmak için boş bulduğum her zamanı/zemini/ortamı değerlendiririm; otobüste, tramvayda, uçakta… Televizyon çekimi, sonra da montajını yapıyorum, o kısacık kısacık aralarda; işyerimde işimi bitirdiğim zaman; evimde ocağa yemek koyduğum ve pişmesini beklediğim sürede… En çok da bütün günün koşuşturmacısı sona erip gecenin bir yarısına ulaştıktan sonra yazarım. Başka çalışma zorunluluklarım olmasaydı ve sadece işim yazmak olsaydı çok harika ve keyifli olurdu benim için. O zaman dikkatimi dağıtacak hiçbir şeyin olmadığı sessiz, kimsesiz, bir başıma, istediğim her kaynağa elimi attığım zaman ulaşabileceğim, kocaman bir kütüphanede; huzur içinde, bıkmadan, usanmadan, günlerce, aylarca kapanarak yazmak isterdim. Maalesef bu ulaşamayacağım bir anka…

Mevlâna’yı, Şems’i yazmak hassasiyet gerektiriyor. Bu roman dokusunu etkileyen bir durum değil mi?

Elbette hassasiyet, özel bir özen, dikkat, ihtimam gerektiriyor. Burada asıl olan gerçektir ve gerçeğe bir gölgenin, bir karartmanın ve bir saptırmacanın düşmemesi gerekir. Hz.Mevlâna, “Ben Kur’an’ın kulu kölesi; Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum. Kim bundan farklı bir söz söylerse o sözden de söyleyenden de bizârım” demiştir. Hem ahlâk etiği olarak; hem vebal olarak hem de daha da önemlisi Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Muhammed’in sünnet-i seniyyesinin dışına çıkmadan yazmaya dikkat etmek sorumluluğunda olarak; bu âlemi ve ebedî âlemi düşünerek yazmak gerekiyor. Vebal endişesi de ciddi bir sınırlama getiriyor. Ama sıkmayan, hoş bir muhayyile sınırı… Roman ve roman dokusuyla gelen bir durum söz konusu… Sanat, tüm incelikleri, nüansları ve rüzgârıyla eserin kendisi olacaktır. Bu iç içelikte adeta, elektron mikroskobuyla bir hücreyi inceler gibi mesafeler ve dozlar akışı tayin ve tespit edecektir. Yazar adeta bir gayya kuyusuna düşmüştür. Bu nedenle yazarlık öncesi, sonrası, her bağlamda sorumluluktur. Tarihi roman ve tarihi şahsiyetleri yazan romancı kendi manevra alanını gönüllü olarak daraltır; romanın kendisine tanıdığı uçsuz bucaksız muhayyile salâhiyetini kısıtlar. Ama o dar alanın; o katrede ummanı yaşamanın verdiği manevi hazzın hazzı diğer romanların uçsuz bucaksız alanlarında asla yoktur… Daracık bir çilehânede kâinatın dışını yaşayan bir dervişin vecd muhteşemliğini yaşamak gibi…( Melek Sarıtaş)

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.